19 Eylül 2014 Cuma

Malezya’da Sömürgecilik ve Ulus Devlet Sorunu (I)

Mehmet Özay                                                                                                                   20 Eylül 2014

Malezya, 1957 yılındaki bağımsız kararından bu yana, ulus-devletleşme sürecine konu oldu ve olmaya devam ediyor. Hemen burada hatırlatmakta fayda var. Bugün adına ‘Malezya’ denilen ülke aslında iki aşamalı bir ‘bağımsızlaşma’ ve ‘ulus-devletleşme’ sürecine konu olmuştur. İlki 31 Ağustos 1957 tarihinde dönemin Malay lideri Tunku Abdul Rahman’ın ilân ettiği bağımsızlık tarihsel olarak Malaya toprakları kabul edilen Malay Yarımadası’nı içine alıyordu. İkinci süreç ise 16 Eylül 1963 tarihinde Borneo Adası’ndaki -ki bu ada Endonezya tarafından Kalimantan Adası olarak adlandırılmaktadır- Sabah-Sarawak ve Singapur’un katılımıyla gerçekleşen ikinci süreç. Uzun uzun konuşulması gereken bu süreçleri başka yazılara havale ederek, burada temel soruna dönelim.

Bu süreç, lineer bir yayılım göstermediği gibi, kendi haline terk edilmiş bir yapı da değil. Bu anlamda, söz konusu sürecin, bağımsızlık öncesinde sömürgeci gücün, yani İngilizlerin belirleyiciliğine konu olduğunu görmek gerekir. Bu belirleyicilik nedeniyledir ki, bugüne değin ulus-devlet olamama da bu dış gücün tesiri göz ardı edilemez.

Bu girişin ardından sömürgecilik-ulus devlet ilişkisi üzerine kısaca bir şeyler söylemekte fayda var. Eski sömürge topraklarında II. Dünya Savaş’ı sonrasında bağımsızlık eğilimlerini körükleyen ‘milliyetçiliğin’ başat bir ideoloji olarak öne çıktığı ileri sürülür. Ancak, bu görüşte haklılık payı kadar, süreçte ‘bağımsızlık eğilimleri’ ve belki de ondan çok daha fazla rol oynamış sömürgeci güçlerin süreci yönetme kararlılığında oluşu ise pek dikkate alınmaz.

Öyle ki, kimi bölgelerde yüzyıllar süren sömürgeci ve ardından emperyalist yönetimler ve uygulamaları, küresel gelişmelere paralel olarak, artık yeni bir sürece evrilme arefesinde olduğunu 20. Yüzyılın ortalarında kendini iyice ortaya koymaya başladı. Bu bağlamda, adına ulus-devlet denilen sürecin nasıl yönlendirildiği konusunu anlamada, sömürgeci ve emperyalist güçlerin yerli işbirlikçilerle bağının da bir yere not edilmesinde fayda var.

Avrupa eksenli sömürgeci hareketler, gene bu kıtada nükseden ideolojik ayrışmalar, bunun sosyo-ekonomik ve siyasi yansımaları sömürge topraklarını yönetmede sömürgeci güçlere ekonomik anlamda bir ‘yük’ olarak yansıdı. Ancak bu ‘yük’ten kurtulma niyeti ve sürecinin, tam anlamıyla yerlilere terk edilebilecek bir alan açtığını söylemek mümkün değil. Bunun böyle olmadığının en açık göstergesi, sömürge toprakları yönetiminden aktif olarak çekilme süreci, sömürge yönetimlerinin şekillendirdiği ulus-devlet yapıları olarak belirmesidir.

Çokça zikredildiği şekliyle, II. Dünya Savaşı ve sonrasındaki milliyetçileşme süreçleri çeşitli kurumlar vasıtasıyla aslında çok daha önceleri başlatılmıştı. Örneğin, 19. Yüzyıl ikinci yarısında İngiltere’de ‘üniversal eğitim’ anlayışı daha pratiğe dökülmemişken, Güneş Batmayan İmparatorluğun Güneydoğu Asya’daki sömürgesi Malaya topraklarında, eğitimin konuşlandırılış biçimi bu noktada dikkat çekicidir. Eğitim kurumu bağlamındaki bu hazırlık, gelecekte neler olabileceğini kestiren keskin zekâların ürünü müydü, yoksa şartların doğurduğu tesadüfi bir kurumsallaşma mıydı tartışılabilir. Ancak kesin olan bir şey varsa, o da, sömürge topraklarında doğması arzu edilen siyasi yapının bu eğitim süreçlerinde ‘takibe alınmış’ kadrolar eliyle gerçekleştirilmesi niyetiydi. Ki böyle de oldu. Ancak sanıldığı gibi geniş kitlelerin bu eğitim olanaklarından istifadesi söz konusu değildi. Eğitim sürecine konu olan toplum kesimi, İngilizlerin siyaseten kendileriyle anlaşma yolu aradığı -ve de bulduğu- saray çevresi ve elitlerdi.

Tüm bu özellikleri dikkate alarak yeniden Malaya topraklarına dönebiliriz. Malaya topraklarının çok etnikli/çok dinli yapısı modern zamanların algısı çerçevesinde bir ‘kültürel zenginlik’ olarak zikredilse de, bu zenginliğin ulus-devlet yapılaşmasına ne denli katkıda bulunduğu sorunu hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Öyle ki, bağımsızlık sürecinde baş gösteren etnik ayrıma dayalı siyasi oluşumlar, bugün dahi ülkeyi idare eden siyasi yapının, aynı etnik ayrıma dayalı siyasi partilerince yütürülmesinin tarihsel temelini teşkil ediyor. Bunun bir başka ifadesi, bağımsızlık öncesi yapılan ‘toplumsal sözleşmeye’ matuf bir şekilde, 57 yıldır ülkede iktidarın aynı eller tarafından yürütülüyor oluşu.

Söz konusu bu ayrım, toplumsal kurumlar içerisinde sadece politik kurumlarda görülmüyor sadece. Her bir etnik yapının çoğunluk gruplarınca benimsenen farklı inanç sistemleri ile dil farklılaşması da geniş kitlelerin biraraya gelmesi önündeki önemli bir etken.

Bu ayrışmada, gene sömürge dönemindeki belirlenmişlik rol oynuyor. Çinlilerin ekonomik kazanımlarına paralel olarak çocuklarını Çince eğitim veren okullar kadar imkânlar ölçüsünde giderek artan bir şekilde İngiliz okullarına göndermeleri; tarım plântasyonlarının değişmez işçi kitleleri olan Tamillerin, işletmecilerin insafına kalmış -derme çatma da olsa- eğitim kurumları oluşturmalarıyla Tamilce eğitime tabi tutulmaları; Malay Müslümanların ise, çoğunlukla ‘seçkinlerin’ çocuklarının gönderildiği Malay okulları...


Eğitim kurumları boyutundaki bu ayrımın bağımsızlık sonrasında da sürmesi modern ulus-devletlerin dil birliğini eğitim kurumları vasıtasıyla tanımlama ve pratiğe geçirmenin Malaya topraklarında ne kadar karşılık bulduğunun da göstergesidir açıkçası. Her ne kadar, bu yaşanan süreçlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıktığına şüphe olmayan 13 Mayıs 1969 tarihinde baş gösteren anarşi ortamının ardından topluma yeniden ‘çeki düzen’ verme sorumluluğunun bir sonucu olarak 1970 yılında yapılan düzenlemelerle, ‘Malay diliyle eğitim’e ağırlık veren eğitim kurumları, Çinlileri ve Tamil/Hintlileri ‘ulusal devlet okullarına’ yönlendirmedeki başarısı sorgulanmayı hak ediyor. Dolayısıyla, bugün bu yapının ulus-devlet yapılaşmasına ne denli kayda değer katkı yapacak boyutlara ulaştığı da gündemdeki tartışmalar arasında yerini koruyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder